24 Mayıs 2013 Cuma
SOLNTSE - ALEKSANDR SOKUROV ( 2005 )
http://www.izlebizle.net/solntse-2005.html
Solntse, Hitler, Lenin ve Hirohito üçlemesinin son ayağı. 2.Dünya savaşının son günleri ve Japonya'nın düşerek Hirohito'nun teslim oluşu sürecinde İmparator'un karakteri inceleme altına alınıyor. Tabii yine Aleksandr Sokurov'un o nefis sinema diliyle.
TELETS - ALEKSANDR SOKUROV ( 2001)
http://www.izlebizle.net/telets-2001.html
Telets, Taurus ya da Türkçe anlamıyla Boğa'da Aleksandr Sokurov Moloch'ta Adolf Hitler üzerine tuttuğu merceği bu kez 1923 Rusya'sında yakalandığı hastalığın pençesinde kıvranan Lenin üzerine tutuyor.
MOLOCH - ALEKSANDR SOKUROV (1999)
Moloch, Rus yönetmen Aleksandr Sokurov'un Hitler, Lenin ve Hirohito üzerine mercek tuttuğu üçlemesinin ilk ayağını oluşturuyor. Dünya tarihi üzerinde önemli etkileri olan bu üç liderin biyografilerinde belli bir kesite odaklanan Sokurov derin sinematografik anlatımının yarattığı atmosfer ile bizleri gerçek zamanın akışından kopararak ekrana çiviliyor. Şeytan'ın dünyada insan sıfatına bürünmüş halini tanımlayan Moloch kelimesini kendine isim olarak alan filmle Sokurov bizi önce 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarındaki Bavaria'daki Nazi üssüne götürüyor.
Filmi izlememizi sağlayan site yönetimine teşekkürlerimle.
http://www.izlebizle.net/molokh-1999.html
Pencerenin
kenarında, boş boş dışarı bakıyorum. Nice seneler, orada oturdum, bir
şeyler bana hep sonraki anda delireceğimi söyledi. Ama öyle olmadı.
Üstelik delirmekten korkmuyorum.
Delilik korkusu bir şeylere sadık kalma anlamına gelebilir.
Henüz bir şeye bağlı değilim.
Her şeyin bana sadık olmasına rağmen, sadık olduğum bir şey yok.
Onlara bakmamı istiyorlar. Nesnelerin, olguların çaresizliğine, penceremin dışındaki pis köpeğin, kurşunî gökyüzünün altında, delicesine yağan yağmurda su içişine bakmamı istiyorlar.
Acıklı çabalarını izlememi istiyorlar.
Herkes, mezara girmeden önce konuşmaya çalışıyor.
Zaten düştüler, konuşacak zaman kalmadı.
Beni delirtmek için nesnelerin bu geri dönülmezliğini istiyorlar ama bir sonraki anda ise delirmemi istiyorlar.
Bir keresinde bu konudan kadının birine bahsetmiştim.
Ona, kendisini hiç sevmediğimi, ondan nefret ettiğimi, söylemiştim.
Ondan nefret etmiyordum, aynı sevmiyorum dediğim gibi yalandı.
Bütün bunlar mantıklı ise sebebini öğrenmek istemiştim.
Şefkatinden ve sadakatinden, varlığının temizliğinden ve kesinliğinden nefret ettiğimi söyledim.
Kör bir inançla olan bana inanışına isyan etmiştim. Bakışı beni doğrularmış gibiydi. Sonra gidip yemeğimi ısıttı. Öylesine durup bağırdım. Üç gün boyunca evdeydi ve peşimden gelmeye devam etti. İkinci günde ağlamaya başladı. Geceliği üstünde ağlayıp durdu.
Hıçkırmadı, hafif hafif ağladı. Kımıldadan gözyaşı döktü. Köşeye sürünerek gitti, hareket etmedi. Geceliğine bakıyordum Tek gördüğüm geceliğiydi, o dantel, naylon gecelik. Sonra üzerine atladım.
Geceliğini çekiştirdim, yırttım, parçaladım. Ama hâlâ anlamamıştı. Bana sadıktı, bir şeyler söyleyip duruyordu. Sonra banyoya gitti, kapıyı kitledi.
Dışarıdaki kömür kovalarına bakıp onları saydım.
Sonra tekrar başlayıp en baştan saydım. Ne kadar sürdü bilmiyorum.
Gün doğmak üzereydi, kapıyı kırdım. Umduğum gibi olmuştu yine de çarpıldım. İnanamadım, o narin bedende o kadar kan olmasına.
Sana inandığım şekilde inanabileceğim birisinin olacağına daha önce inanmıyordum.
Birisi beni konuşmaya değeceğine inandırdı.
Delilik korkusu bir şeylere sadık kalma anlamına gelebilir.
Henüz bir şeye bağlı değilim.
Her şeyin bana sadık olmasına rağmen, sadık olduğum bir şey yok.
Onlara bakmamı istiyorlar. Nesnelerin, olguların çaresizliğine, penceremin dışındaki pis köpeğin, kurşunî gökyüzünün altında, delicesine yağan yağmurda su içişine bakmamı istiyorlar.
Acıklı çabalarını izlememi istiyorlar.
Herkes, mezara girmeden önce konuşmaya çalışıyor.
Zaten düştüler, konuşacak zaman kalmadı.
Beni delirtmek için nesnelerin bu geri dönülmezliğini istiyorlar ama bir sonraki anda ise delirmemi istiyorlar.
Bir keresinde bu konudan kadının birine bahsetmiştim.
Ona, kendisini hiç sevmediğimi, ondan nefret ettiğimi, söylemiştim.
Ondan nefret etmiyordum, aynı sevmiyorum dediğim gibi yalandı.
Bütün bunlar mantıklı ise sebebini öğrenmek istemiştim.
Şefkatinden ve sadakatinden, varlığının temizliğinden ve kesinliğinden nefret ettiğimi söyledim.
Kör bir inançla olan bana inanışına isyan etmiştim. Bakışı beni doğrularmış gibiydi. Sonra gidip yemeğimi ısıttı. Öylesine durup bağırdım. Üç gün boyunca evdeydi ve peşimden gelmeye devam etti. İkinci günde ağlamaya başladı. Geceliği üstünde ağlayıp durdu.
Hıçkırmadı, hafif hafif ağladı. Kımıldadan gözyaşı döktü. Köşeye sürünerek gitti, hareket etmedi. Geceliğine bakıyordum Tek gördüğüm geceliğiydi, o dantel, naylon gecelik. Sonra üzerine atladım.
Geceliğini çekiştirdim, yırttım, parçaladım. Ama hâlâ anlamamıştı. Bana sadıktı, bir şeyler söyleyip duruyordu. Sonra banyoya gitti, kapıyı kitledi.
Dışarıdaki kömür kovalarına bakıp onları saydım.
Sonra tekrar başlayıp en baştan saydım. Ne kadar sürdü bilmiyorum.
Gün doğmak üzereydi, kapıyı kırdım. Umduğum gibi olmuştu yine de çarpıldım. İnanamadım, o narin bedende o kadar kan olmasına.
Sana inandığım şekilde inanabileceğim birisinin olacağına daha önce inanmıyordum.
Birisi beni konuşmaya değeceğine inandırdı.
Ama bilmen gerekir ki, benim bir duvarım var etrafıma ördüğüm.
Mutlu olsam bile bunu sana anlatamam
veya gösteremem.
Gözlerinin içine bakabilirim ama senin derinliklerine ulaşamam.
Beni anlıyor musun?
Ben o duvarın gerisindeyim.
O duvarla kapattım kendimi, her şeye.
O kadar uzağım ki her şeye...
Sıcak, neşeli,
hayat dolu olmak istiyorum.
Küçük düşürülmekten çok korkuyorum.
Yerin dibine geçmişim gibi oluyor.
Ama o rezilliği ve onunla birlikte yerin dibine batmayı da kabul ettim.
Beni anlıyor musun?
Kendini bir düş kırıklığı olarak görmek ne acı.
Bazı insanlar, iyi niyet kisvesi altında aşağılayarak sana ne yapman gerektiğini söylerler.
Yaşayan bir canlıyı ezip geçme isteğiyle yaparlar bunu.
Ben bir ölüyüm.
Hayır, bu fazla duygusal oldu.
Ölü değilim.
Ama haysiyetim olmadan yaşıyorum.
Kulağa saçma ve yapmacık geliyor, biliyorum.
Birçok insan kendine saygısı kalmamış bir hâlde yaşar.
Kalpten yaralanmış, ve üstüne tükürülüp aşağılanmış bir şekilde.
Onlar, yalnızca yaşıyorlardır.
Başka hiçbir şey bilmezler.
Hem bilseler bile, ona hiçbir zaman ulaşamazlar da.
İnsan hiç, aşağılanmak yüzünden hasta olabilir mi?
Bu, onunla yaşamak zorunda olduğumuz bir illet mi?
Özgürlük hakkında pek çok konuşuruz.
Özgürlük, aşağılanmış olan için sadece bir zindan değil midir?
Yoksa o sadece aşağılanmışların tahammül edebilmeleri için kullandığı bir ilaç mı?
Bu hayatı sürdüremem artık.
Pes ettim.
Artık direnmeyeceğim.
Günler geçip gidiyor.
Yediğim yemekten çıkardığım dışkıdan ve hatta konuştuğum kelimelerden
bile zehirleniyorum!
Güneş, uyanayım diye çığlık atar gibi yolluyor ışığını.
Uyku ise sadece beni kovalayan kabuslardan ibaret.
Karanlık; hayaletleri ve anılarımla kulaklarımı tırmalıyor.
Daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi?
En sonunda kabullenip susmuşlar. oysa onların da diğerleri gibi
gözleri, elleri ve hisleri var.
Hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!
Güneş yavaşça doğuyor ve batıyor.
Soğuklar yaklaşıyor.
Karanlık.
Sıcaklık. Koku.
Her şey sessiz.
Kaçıp kurtulamayız.
Artık çok geç.
Her şey için çok geç.
Erkekler! ve kibirleri! Sidonie.
Bana bakmak, benimle ilgilenmek istedi.
Şüphesiz beni ciddiye aldı ve fikirlerime saygı gösterdi.
Fakat geçimimizi sağlayan kişinin kendisi olmasını istedi.
Baskı işte bu şekilde
otomatik olarak ortaya çıkar.
İşte şu şekilde işler:
fakat kim köle gibi çalışıp para kazanır?
Bir kural kendisi için, bir diğeri de benim için.
Başlangıçta durum şöyleydi:
"Kazandığın her şey sevgilim ilerisi için saklanacak."
"Kendi evimiz, kendi spor arabamız..."
Bunlara razı oldum, çünkü beni çok seviyordu, Sidonie.
Ve bana olan aşkı bazen beni heyecanlandırıyordu.
Zevkten nefes alamıyordum..
Sonra, başı dara düştüğünde o saçma gururunun nasıl da
hasar aldığını görmek oldukça zevkli oluyordu.
Dürüst olmak gerekirse, çok eğlendim.
Özellikle de davranışının çok gülünç olduğunu
kendisinin de farkettiğini düşündüğüm zamanlar.
Fakat bunu farketmemişti...
Ve daha sonra, zirvede olup olmamasının benim için bir fark yaratmadığını anlattığımda çok geçti.
Konuyu ona açtığımdaysa beton gibi oldu, Sidonie...
Beton gibi.
Dürüstlük yavaş yavaş ölmeye başlamıştı.
Ona ya da kendime karşı hata işlediğimi düşündüm.
Ve sonra pes ettim.
Onu sevmeyi bıraktım.
Son altı ay çok eziyetliydi inan bana , öyledi!
Bütün her şeyin bittiğini o da farketmişti.
En azından bunu hissetti.
Fakat kabullenemedi.
Gerçekten zeki biri değildi.
Karısına tutunmaya gayret etti.
Bütünüyle olmasa da, en azından yatakta.
Herşeyin bezginliğe döndüğü andı.
Yeni bir teknik denedi: şiddet.
Bana hükmetmesine izin verdim.
Fakat adam çok pis görünüyordu.
Kokuyordu!
Fena halde erkek kokuyordu.
Erkeklerin koktuğu şekilde.
Bir zamanlar sahip olduğu cazibe artık midemi bulandırıyordu, göz yaşlarımı akıtıyordu.
Bana sahip oluş şekli!
Bir boğanın ineğe yaptığı gibi üzerime abanıyordu.
Artık en küçük bir saygısı bile kalmamıştı bana.
Bir kadının zevklerine kayıtsızdı artık.
Acı, Sidonie!
Acı!
Bunu hayal bile edemezsin.
Ve ben. bazen Utanç verici!
Kendimi aşağılanmış hissediyordum.
Aşktan ve şükrandan ağladığımı düşünüyordu.
Ne kadar da aptaldı!
Tam bir budalaydı!
Erkekler ne kadar da aptal!
Fakat o bunu hak etmişti.
Anlayış, nezaket ya da acıma duygusu mümkün olan başka hiçbir şey...
Bende hiçbir his uyandırmadı.
Durum kötüleştikçe kötüleşti. Yemek yediğimiz anlarda çiğnemesi bir patlama gibi ses çıkarıyordu.
Yutkunmasına, eti yiyiş sebzeleri kesiş şekline viski bardağını ya da sigarayı tutuşuna dayanamıyordum artık.
Herşey o kadar gülünç ve sahte görünüyordu ki. Ondan utandığımı hissediyordum.
Başkalarının onu soktuğum şekli görmesi gerektiğini düşünüyordum.
Histeriye kapılmıştı. Panik içindeydi.
Kurtaracak birşey kalmamıştı.
Herşey sona erdi!
Bitti!
Bana bakmak, benimle ilgilenmek istedi.
Şüphesiz beni ciddiye aldı ve fikirlerime saygı gösterdi.
Fakat geçimimizi sağlayan kişinin kendisi olmasını istedi.
Baskı işte bu şekilde
otomatik olarak ortaya çıkar.
İşte şu şekilde işler:
fakat kim köle gibi çalışıp para kazanır?
Bir kural kendisi için, bir diğeri de benim için.
Başlangıçta durum şöyleydi:
"Kazandığın her şey sevgilim ilerisi için saklanacak."
"Kendi evimiz, kendi spor arabamız..."
Bunlara razı oldum, çünkü beni çok seviyordu, Sidonie.
Ve bana olan aşkı bazen beni heyecanlandırıyordu.
Zevkten nefes alamıyordum..
Sonra, başı dara düştüğünde o saçma gururunun nasıl da
hasar aldığını görmek oldukça zevkli oluyordu.
Dürüst olmak gerekirse, çok eğlendim.
Özellikle de davranışının çok gülünç olduğunu
kendisinin de farkettiğini düşündüğüm zamanlar.
Fakat bunu farketmemişti...
Ve daha sonra, zirvede olup olmamasının benim için bir fark yaratmadığını anlattığımda çok geçti.
Konuyu ona açtığımdaysa beton gibi oldu, Sidonie...
Beton gibi.
Dürüstlük yavaş yavaş ölmeye başlamıştı.
Ona ya da kendime karşı hata işlediğimi düşündüm.
Ve sonra pes ettim.
Onu sevmeyi bıraktım.
Son altı ay çok eziyetliydi inan bana , öyledi!
Bütün her şeyin bittiğini o da farketmişti.
En azından bunu hissetti.
Fakat kabullenemedi.
Gerçekten zeki biri değildi.
Karısına tutunmaya gayret etti.
Bütünüyle olmasa da, en azından yatakta.
Herşeyin bezginliğe döndüğü andı.
Yeni bir teknik denedi: şiddet.
Bana hükmetmesine izin verdim.
Fakat adam çok pis görünüyordu.
Kokuyordu!
Fena halde erkek kokuyordu.
Erkeklerin koktuğu şekilde.
Bir zamanlar sahip olduğu cazibe artık midemi bulandırıyordu, göz yaşlarımı akıtıyordu.
Bana sahip oluş şekli!
Bir boğanın ineğe yaptığı gibi üzerime abanıyordu.
Artık en küçük bir saygısı bile kalmamıştı bana.
Bir kadının zevklerine kayıtsızdı artık.
Acı, Sidonie!
Acı!
Bunu hayal bile edemezsin.
Ve ben. bazen Utanç verici!
Kendimi aşağılanmış hissediyordum.
Aşktan ve şükrandan ağladığımı düşünüyordu.
Ne kadar da aptaldı!
Tam bir budalaydı!
Erkekler ne kadar da aptal!
Fakat o bunu hak etmişti.
Anlayış, nezaket ya da acıma duygusu mümkün olan başka hiçbir şey...
Bende hiçbir his uyandırmadı.
Durum kötüleştikçe kötüleşti. Yemek yediğimiz anlarda çiğnemesi bir patlama gibi ses çıkarıyordu.
Yutkunmasına, eti yiyiş sebzeleri kesiş şekline viski bardağını ya da sigarayı tutuşuna dayanamıyordum artık.
Herşey o kadar gülünç ve sahte görünüyordu ki. Ondan utandığımı hissediyordum.
Başkalarının onu soktuğum şekli görmesi gerektiğini düşünüyordum.
Histeriye kapılmıştı. Panik içindeydi.
Kurtaracak birşey kalmamıştı.
Herşey sona erdi!
Bitti!
Güney
Dakota, Rapid City'de annem buz parçalarını emeyim diye, bir peçeteye
sarıp elime verdi. O zamanlar diş çıkarıyordum, buz diş etlerimi
uyuşturdu.
O gece Badlands'tan geçtik. Plymouthun arka koltuğunun gerisindeki rafta yolculuk ediyordum, dışarıya yıldızlara baktım. pencere camı dokunduğunuz zaman buz gibi soğuktu.
Büyük düzlükte bir yerde durduk, beyaz alçıdan dev dinozorlarla çepeçevre sarılı bir yerde. Kasaba namına bir şey yoktu. Yalnızca o dinozorlar, yerden yukarıya, dinazorlara tırmanan ışıklar.
Annem beni kahverengi bir asker battaniyesine sarmış her yere onunla taşıyor, yavaşça bir şarkı mırıldanıyordu. Galiba " Peg'a my heart"tı. Kendi kendine çok alçak bir sesle mırıldanıyordu. Sanki kafası çok uzaklarda bir yerdeymiş gibi.
Dinozorların arasına ağır ağır girip çıkarak ilerliyorduk. Bacaklarının arasına. karınlarının altına. Brontozorların çevresinde daire çizdik. Kral Tyranozor'un dişlerine baktık, başlarımızı kaldırıp. Hepsinde göz yerine küçük mavi ışıklar vardı.
Ortalıkta hiç kimse yoktu. bizden, dinozorlardan başka.
Sam Shepard...
9-1-1980 Homestead Vadisi, Kaliforniya
O gece Badlands'tan geçtik. Plymouthun arka koltuğunun gerisindeki rafta yolculuk ediyordum, dışarıya yıldızlara baktım. pencere camı dokunduğunuz zaman buz gibi soğuktu.
Büyük düzlükte bir yerde durduk, beyaz alçıdan dev dinozorlarla çepeçevre sarılı bir yerde. Kasaba namına bir şey yoktu. Yalnızca o dinozorlar, yerden yukarıya, dinazorlara tırmanan ışıklar.
Annem beni kahverengi bir asker battaniyesine sarmış her yere onunla taşıyor, yavaşça bir şarkı mırıldanıyordu. Galiba " Peg'a my heart"tı. Kendi kendine çok alçak bir sesle mırıldanıyordu. Sanki kafası çok uzaklarda bir yerdeymiş gibi.
Dinozorların arasına ağır ağır girip çıkarak ilerliyorduk. Bacaklarının arasına. karınlarının altına. Brontozorların çevresinde daire çizdik. Kral Tyranozor'un dişlerine baktık, başlarımızı kaldırıp. Hepsinde göz yerine küçük mavi ışıklar vardı.
Ortalıkta hiç kimse yoktu. bizden, dinozorlardan başka.
Sam Shepard...
9-1-1980 Homestead Vadisi, Kaliforniya
...
"Güzellik ve kültürle kendimizi kaptırdığımız, ağır aksak, sonu gelmez ve bencil alışveriş, kendimi birkaç saatte birçok güzellikle yüz yüze bulabileceğim bir anakarada sürdürülen yaşam; Giotto freskleri ya da Prada'daki Velazquez'ler, Büyük Kanalın Rialto kıvrımı, William Turner'ın resimlerinin ışığı yeniden bulduğu söylenebilecek Londra'nın sergi salonları, neredeyse her gün, eski devirlerde olduğu gibi estetik ve zihinsel sorunlara, soyut felsefeye, düşgücünün, düşüncelerin ve anlayışın sürüklendiği en yüksek düzlemdeki oyunlara, her şeyi unutup bir yana atarak, ateşle kendini vermek gibi çekimlere kapılma duygusu içimde sonu gelmez bir çekişmeyi uyandırıyor; bunlardan hiçbiri eğer aynı zamanda halkların yaşamsal sorunlarına yönelmiyorsa, üçüncü dünya aydınının durumunu kararlı bir biçimde ele almıyorsa etik olarak haklı çıkmaz, bir anlam taşımaz duygusuna kapılıyorum. Çünkü günümüzde tüm aydınlar, gücül olarak ve gerçekte üçüncü dünyaya ait olduklarından, en başta gelen görevleri, bombanın pimindeki parmağı usul ama kesin bir biçimde destekleyenler için bir tehlike, bir gözdağı, bir skandal oluşturmakdır"
Julio Cortazar - Son Raunt
"Güzellik ve kültürle kendimizi kaptırdığımız, ağır aksak, sonu gelmez ve bencil alışveriş, kendimi birkaç saatte birçok güzellikle yüz yüze bulabileceğim bir anakarada sürdürülen yaşam; Giotto freskleri ya da Prada'daki Velazquez'ler, Büyük Kanalın Rialto kıvrımı, William Turner'ın resimlerinin ışığı yeniden bulduğu söylenebilecek Londra'nın sergi salonları, neredeyse her gün, eski devirlerde olduğu gibi estetik ve zihinsel sorunlara, soyut felsefeye, düşgücünün, düşüncelerin ve anlayışın sürüklendiği en yüksek düzlemdeki oyunlara, her şeyi unutup bir yana atarak, ateşle kendini vermek gibi çekimlere kapılma duygusu içimde sonu gelmez bir çekişmeyi uyandırıyor; bunlardan hiçbiri eğer aynı zamanda halkların yaşamsal sorunlarına yönelmiyorsa, üçüncü dünya aydınının durumunu kararlı bir biçimde ele almıyorsa etik olarak haklı çıkmaz, bir anlam taşımaz duygusuna kapılıyorum. Çünkü günümüzde tüm aydınlar, gücül olarak ve gerçekte üçüncü dünyaya ait olduklarından, en başta gelen görevleri, bombanın pimindeki parmağı usul ama kesin bir biçimde destekleyenler için bir tehlike, bir gözdağı, bir skandal oluşturmakdır"
Julio Cortazar - Son Raunt
...
" Çünkü insan görür kimi zaman çocukların kendisinden daha akıllı olduğunu. Ama sakalları çıkana dek bunu onlara belli etmek istemez. Sakalları çıkınca da artık işleri çoğalmıştır çünkü tüylenmeden önceki akıllarına dönüp dönemeyeceğini bilmezler; böylece aldırmazsın artık belli edip etmemeye senin de üzüldüğün üzüntüsüne değmeyen bu aynı şeylere üzülen kişilere."
William Faulkner - Döşeğimde Ölürken
" Çünkü insan görür kimi zaman çocukların kendisinden daha akıllı olduğunu. Ama sakalları çıkana dek bunu onlara belli etmek istemez. Sakalları çıkınca da artık işleri çoğalmıştır çünkü tüylenmeden önceki akıllarına dönüp dönemeyeceğini bilmezler; böylece aldırmazsın artık belli edip etmemeye senin de üzüldüğün üzüntüsüne değmeyen bu aynı şeylere üzülen kişilere."
William Faulkner - Döşeğimde Ölürken
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)